Uzaklarda ışıklı gemiler yolcu taşımakta, deniz durgun, rıhtım kalabalık... Ağır duygu yükü taşır durur yorgun argın, beli bükülmüş yolcular... Sevgiliye selam götürür kara trenler, dumanlı dağlardan dolana dolana... Birkaç damla göz yaşı akar durur, garlar da, iskeleler de, rıhtımlar da... Boynu bükük, özlem yüklü sevgiler akar durur, hasret yüklü dünyalının gönlüne... Sevda yüklü kervanlar gelir gider, bir oraya bir buraya... Beyaz mendiller sallanır hep yolculara, yolculuklar a... Ayrılıklar, acılar kavurur, olgunlaştırır insanı... Özlemler büyütür gerçek sevgileri.. . Biri “güle güle” der; diğeri, “hoş geldin”... Bir ikilemdir yaşamın kendisi... Ne gitmekten vazgeçersin, ne de kalırsın... “Gitmek mi zor, kalmak mı zor?..” der ya hani bir şarkı... “Hem ağlarım hem giderim...” diyen gelin gibi... İşte bu yaşam... Bir kararsızlık... Duygu yüklü bir öykü bizimki... Bir başka şarkı yükselir, dolu bulutlardan ... “Gözlerim vagonları dolaştı, üzgün üzgün...”
Sonbahar esmeye başlamıştı ki, sabahın kuşluk vakti aceleyle uyandım. Çocukları uyandırdım. Hava uyanmaya başlamış, otobüsün kalkma vaktine bir saat kalmıştı. Uykulu gözlerle Elif, yüzüne dökülmüş saçlarını elinin tersiyle topladı, ağır ağır. Yataktan kalkıp lavaboya doğru yürüdü. Ayşe daha uyanmamıştı. Uykusu hayli ağırdı. Başında davul çalsan uyanmaz, uykusu geç açılan cinstendi. Geceden bavulları hazırlamıştık. Alelacele bir şeyler atıştırıp yola çıkacaktık. Bir heyecan hepimizde. Umulmadık, beklenmedik bir yolculuktu hazırlandığımız. Bir yolculuk bileti kazanmıştık bilinmeze. Gideceğimiz yer meçhuldü. Biz bu yolculuğu hak etmiştik. Şans mı, şanssızlık mı, anlamadım. Posta kutusuna topal bir güvercin haber bırakmıştı, yolculuk var diye...
Üç kişiydik. Giyindik. Bohem bir yolculuk için ne gerekse almıştık yanımıza. Umutlarımızı, özlemlerimizi, hasretimizi doldurmuştuk tahta bavullarımıza. Kapımızın önüne indiğimizde, bizi bekleyen kango araca binip otobüs terminaline doğru yola koyulduk. Servis aracımız beyaz bir otobüsün önünde durdu. Karışık, belirsiz duygularla adım adım ilerledik, bizi bilinmezimi ze götürecek otobüse. Belki bir sevgiliye, belki bir cennet bahçesine. Vedalaşmaya gerek yoktu, bizi uğurlamaya gelen kimsecikler yoktu zaten. Otobüsün bagajına eşyalarımızı yerleştirip, o üç basamağı hızla çıkınca, içeri göz attım ki ne göreyim... Sevdiğim bütün dostlarım orada... Ağzım açık kalmıştı; gözlerim, hayret ve sevinçten ışıl ışıldı... Bu ne sürprizdi böyle!.. Kim düşünmüş böylesine bir seyahati... Emin, arka sıralarda:
“Hadi! Çabuk olun arkadaşlar, geç kalacağız...” diye telaşla seslendi, her zamanki gibi yine aceleciydi. Binnur’a göz ucuyla baktım. Görüntüsü, yeşiller içinde bir dal gibi yüzümü aydınlattı eskiden olduğu gibi.
“Acelemiz yok arkadaşlar. Yol uzun... Dolu dolu günlerimiz olacak hep birlikte!” diyordu Nigar. Heyecanından, yüksek sesle konuşmaktan kendini alamıyordu...
Hepimiz eski tanıştık. Aramızda, uzun süre görüşmesek de hiç kopmayan bir sevgi bağı vardı, kökü ta eskilere dayanan, riyasız, yalansız, samimi. Doğduğumuz mezra bizi böyle bağlamıştı birbirimize . Acıları, sevgileri paylaşmıştık. Yüreklerimiz sımsıcak, bakışlarımız heyecanla birbirimizi aramaktaydı. Başımı hafifçe arkaya çevirdim. Yaşlı Cemile teyzem bile topal ayağı ve yaralı yüreğiyle gelmiş, çoktan koltuğuna kurulmuştu. Yanına kuşlarını da almayı unutmamıştı. Eteğine oturttuğu kuşlarını, avcunun içine doldurduğu yemlerle beslerdi. Az gitmezdik evine, kuşlarının su içişlerini seyretmekte n kendimizi alamazdık çocukken. Küçük, kalaylı bakır sahanda su içirirdi onlara...
Şoför Rıza gömleğinin yakasına yerleştirdiği bembeyaz mendiliyle, sıcak güneşe karşı önlemini şimdiden almıştı. Parmaklarının arasındaki sigarasını derin derin içmekteydi. Hepimiz koltuklarımıza yerleştik; Rıza abi kontağı çevirdi ve otobüsümüz yavaştan harekete geçti. Duygularımız çarpışmaya başlamıştı. Öyle TV falan yoktu otobüste. Hepimizin gözleri önünde, yaşamın gerçek film sahneleri vardı, acısıyla, tatlısıyla. Uzun bir yolculuğa çıkmıştık. Molasız, uzun bir yolculuktu bizimki. Arka sıralarda, sevgisini yüreğine gömüp, Selma’sını yıllar önce gurbete göndermiş Murat’ı gördüm. Darmadağınık, sevgi dolu bir yaşamdı Murat’ın yaşadıkları. Yeşilimsi sevdasını, acı sarı tahta bavula koyup Selma’yı yolcu etmişti yıllar önce. Yaşamında bir başkası da olmamıştı hiç. Böylesine tutkulu bir sevgiydi aralarındaki. Bir ara, Murat’ın başka biriyle birlikte olduğunu yaymışlardı ortaya. Kimseler inanmamıştı. O an gözlerine bakınca daha iyi anlamıştım ki, Murat, Selma’ya kavuşmak için bu otobüse binmişti.
Suna’ya takıldı şimdi düşüncelerim. Duygu yüklü arkadaşım. Hani evlenecekti n Ercan’la? Nasıl bağlıydınız birbirinize ... Ne oldu öyle?.. Yoksa, Tanrı kıskandı mı sevginizi? Bir arkadaşım anlatmıştı. Birini çok sever de dünyayı unutursan, Tanrı “Benden fazla kimseyi sevemezsin!” diye çekip alırmış sevdiği kulunun sevgilisini? Yoksa Tanrı da mı kıskanç, ha ne dersiniz? İyi olmuş Suna bu yolculuğa katılman, diye düşündüm. Seni buralarda görebilmek ne güzel... Toparlamışsın bak kendini! Açın yeri başka, acının yeri başkaymış, değil mi? Gidiyorduk hepimiz, mutlu, umutlu. Emniyet kemerleri falan da takmamıştık. Şoför Rıza usta sürücüydü. Yüreği sevgi dolu yaşamıştı hep. Ölüme götürmezdi yolcularını. Sevdiklerin e ulaştırırdı usta sürücülüğüyle...
Otobüsümüz yemyeşil bir alana yanaştı. Yanımıza aldığımız hafif yiyecekleri ağız tadıyla yemek güzeldi. Etrafımızda sevgiden örülü bir hale. Her birimiz en sevdiklerim izi yanımıza almıştık. Kimimiz çoluk çocuğunu, kimimiz eşimizi, kimisi kumrularını, kimisi de sevgilisini n hayalini... Yoksa burası Cennet denilen yer miydi? Issız, sakin... Pınar şırıltılarından başka ses yoktu etrafta. Emel’i aradı gözlerim. Bakışlarımız karşılaştı. Çocuklarını başına derlemiş, eliyle beni çağırmaktaydı. Her yer çimen kokusu... Akasya, suskun... Gelincikler ırgalanmakta... Rüzgar efil efil esiyor... Müzik bangırtıları da yok. Arka taraflarda, gönül tellerinden yükselen bir şarkı: “Silemezler gönlümden, ne aşkını ne seni...” Gurbet ezgileri yükselmekte dumanlı ruhlarda. Gökyüzüne çevirdim başımı.
Hava birden bulutlandı, her yanı sis kapladı. Havayı nem sardı, toprak kokusu tütmeye başladı her yerde. Yağmur ha yağdı ha yağacak... Otobüsümüze sığınmıştık yeniden. Tam hareket etmek üzereydik ki, bir kara tren yaklaşmaktaydı ötelerden. O acı sesini duydum, yeri göğü yırtarcasına.
Gözümü açtım birden bire. Yastığıma sarılmışım, ayaklarımı karnıma çekmişim, çok üşümüş gibi. Tir tir titremektey im. Yüreğim hızlı hızlı çarpmakta, telaşla. Cep telefonumun alarmı, baş ucumda avazı çıktığı kadar bağırmakta. Duvar saatini aradı gözüm, kendi kendime mırıldanarak, “Hay Allah... Derin uykuda duymamışım. İşe geç mi kaldım yoksa?!”