Çok güzel ve sıcak bir gündü. Eylül ayının ilk günleriydi. Güneş olabildiğince sıcaktı. Bazen etrafa bakmakta zorlanıyordum. Bir gözümü kapatıp hatta diğer gözümü de kısarak bakıyordum etrafa. Sıcaktan boncuk boncuk terlemiştim.O zamanlarda şimdiki gibi imkânlar yoktu. Köy yerinde bir bakkal dükkânı vardı. Bizler yaptığımız fındığı orada satar, oradan da kurabiye, horozlu şeker, sakız, çikolata, mantar tabancası ve tabanca mantarı satın alırdık. Dükkâncı (bir tarafı bakkal bir tarafı kahvehane) hem satarken hem de alırken kazanırdı. Bu yüzden büyüklerimiz bu tür alışverişlere çok kızardı. Hatta babam bu konuda çok daha katıydı. Ne de olsa o şehirli sayılırdı. Çünkü o köyden ayrılmış küçük yaşlarında şehre inmiş ve marangoz olarak çalışmıştı. Hatta birçok şehir gezmiş. Değişik diyarlarda dolaşmış ve bayağı gurbetlik yaşamıştı. Çevresinde sayılan sevilen itibar gören biriydi. Ailenin en küçük oğlu olmasına rağmen hepsinden önce de evlenmişti. Yani babam erkeklerin en küçüğü olmasına rağmen en erken evlenen olmuştu.
Dolayısıyla ben de sülalenin en büyük çocuğu oluyordum. Diğer amca çocukları arasında biraz da kıskanılıyordum. Hele hele benimle aynı yaşta olup ancak benden küçük olanlar (bir-iki ay) bayağı kıskançlık içindeydiler. Bu nedenle çok sert ve yargısız infaz meraklısı olan babam tarafından her fırsatta dayak yemem için her türlü şikayette bulunurlardı. Babam da bazen sözlü olarak ve genelde de dayakla uyarılarda bulunurdu. Aslında yediğim dayaklarda pek kabahatli sayılmazdım. Ancak bunca şehir gezmiş, onca insan tanımış çevresinde akıllı geçinen babam sırf onlara yaraşmak için mi desem yoksa cahilliğin verdiği saflıkla mı desem beni her fırsatta döverdi. Hatta onların yaptıkları kabahatlere neden engel olmadım diye onların yerine yine beni döverdi. Yahu benim yaşıtım insanlar ben niye ve nasıl engel olayım onlara desem azar işitirdim Bu durum bende karşı etki yapardı. Eh o dayak atmayı marifet sanır hale gelmişti. Ben ise nerdeyse alışmıştım. On iki yaşlarında idim. O yaşlarda kim sevmezdi oyun oynamayı. Bilenler bilir 1967’li yıllarda tek eğlence kaynağı sinema idi. Toplumun en seçkininden en yoksuluna kadar her kesimin en başta gelen eğlence kaynağı olan sinemalarda genelde Amerikan ve İtalyan kaynaklı Kovboy filmleri veya gangster filmleri gösterilirdi. Bizlerde çocuk olarak oradaki karakterlere heveslenir onlar gibi oyunlar oynardık. En sevdiğimiz oyuncaklarda tabancalardı. Şimdi de öyle değil mi! Neyse.
Bakkal dükkânında içeri girdim yaptığım fındığı tarttırdım. Bakkal karşılığında ne istediğimi sordu. Ben de “Para isterim.” dedim. Ancak Bakkal Ahmet amca “Oğlum ne yapacaksın parayı.” Dedi. Sanki ben de ayıp bir şey yapıyormuşum gibi utandım. Çünkü fındık veya yumurta satıp karşılında para alan pek olmazdı. Zaten diğer arkadaşlarım sattıkları fındığı öteberiye çoktan öteberiye çevirmişlerdi. Kimi çikolata kimi sakız kimi mantar kimi kurabiye almıştı. Hepsi de çok mutlu görünüyorlardı oysa asıl mutlu olan Bakkal Ahmet amca idi. Öyle ya hem alırken hem de satarken kazanıyordu. Ben aç olduğum için sarı kurabiyelerden üç dört tane aldım. Bir mantar tabancası ve bir kutu da mantar almıştım. Paramdan üste bir şeyler kalmıştı.
Evimizin bulunduğu sırt ile dükkânın olduğu yer arasında. on-onbeş dakikalık bir mesafe vardı. Karadeniz yöresini bilenler iyi bilir ki bizim yörede düz arazi pek azdır. Genelde sırtlardan ve vadilerden oluşan bir coğrafi yapı vardır. Bu sırtlar denize doğru uzanırlar ve kıyılarda biterler. Genellikle çok ağaçlıklı bölgedir. Kıran dediğimiz bayır ama otla veya dikenlerle kaplı alanlar vardır ki buralar oyun için pek uygun değildirler. Zaten buralarda hayvanlar otlatılırdı. Kimileri de çayır yapmak için nadas bırakırdı. Ancak sırt dediğimiz her iki yamacın birleştiği yerler vardır. Buralarda oyun oynamak için uygun yerler bulunurdu. Pek geniş olmayan tam da düz olmayan ama evlerden uzakça yerlerdi buralar. Evlere yakın olmamasını daha özgür olabilmek için isterdik. Zira köylük yerlerde daima insana ihtiyaç bulunurdu. İşte aldıklarımızı bu sırtta tüketip sonra oyun oynamaya başlardık. Bende kurabiyelerimi afiyetle yedikten sonra diğer arkadaşlarımla oyun oynamaya koyulduk. Mantarlarımı tüketmem gerekirdi. Yoksa onlarla yakalanırsam vay geldi başıma.
Vakit bir hayli geç olmuştu. Nerede ise hava kararmak üzereydi. Daha fazla geç kalmadan eve gitmeliydim. Yoksa iyi bir azar işitebilirdim. Belki de kötek vardı. Neyse acele ile vardım bizim kendi evimiz yoktu. Dedemin ikinci karısını aldıktan sonra yarısı topraktan aşağıda olarak bir oda bir yer evi olarak yaptırdığı salaş yıkılmaya yüz tutmuş bir evde oturuyorduk. Asıl dede evinde ki Bu evin aslı Ermenilerden kalma idi ve halamın dikkatsizliği sonucunda yanmıştı. Çok zaman sefillik çektikten sonra babamın aklı ve gücü yettiğinde kendisi ve halalarımın gayreti ile yangından geri kalan duvarların üzerine tek katlı olarak yeniden yapılmıştı. Bazen halamlar ta karşıdaki dağı gösterip (ki oraya “Argula”, derlerdi ve kocaman ağaçlarla kaplı büyük bir dağdı) “Bak ta şu tepelerden kereste çekerdik.” diye anlatırlardı. İçimden dikkat etseydiniz de güzelim evi yakmasaydınız oh olmuş diye geçirirdim. Gerçi bu evde bir tek köye yazlığa çıktığımızda kalırdık. Ama ne olursa olsun doğru dürüst bir evimiz yoktu. Bu nedenle de köye gitmeyi hiç istemezdim. Bir de şehirde daha özgürdüm ve çevremde daha candan arkadaşlarım vardı. Dedim ya akraba çocuklarıyla pek sevişmezdim. Ama yine de mecburdum. Bu salaş evin karataş duvarları dökülmeye başlamıştı. Bu nedenle içinde oyuklar oluşmuştu. Bende mantar tabancamı bu kovuklardan birine soktum ve önene de yine duvardan dökülmüş taşlardan birini tıkadım. Artık babamda sakladığıma emindim. Babam şehirde çalıştığı için eve akşamdan geliyordu. O akşamda köyün minibüsü ile gelmişti. Geldiğinde doğrudan eve gelmemiş amcamlara uğramıştı. Pek sevmediğim için o taraflara gitmezdim.
Hava iyice kararmıştı ki babamın gürlemesini duydum. “-Ulan eşşeoğlu eşek nerdesin, çabuk buraya gel.” Ben kime kızıp bağırdığını anlamadığımdan pek aldırış etmedim. Ancak bu sefer sesi daha yakından ve daha sert geliyordu. Anladım ki bütün öfkesi ve tüm bu bağırtıları banaydı. Birden dizlerimin bağı çözüldü. Ben şimdi ne yapacaktım. Ne olmuştu da bu adam bu kadar kızmıştı. Aradan bir iki saniye geçmişti ki babamın ateş saçan gözleri ile karşılaşmıştım. Aman yarabbim şimdi ne yapacaktım, nasıl nereye kaçacaktım. O karşımda “Çabuk yanıma gel.” diye gürlüyordu. Ben ise korkumdan tir tir titriyordum. Kaçsam nasıl, nereye kadar kaçacaktım. Sonra neden bu kadar kızdığını da anlamamıştım ki. O orada annemin sesi duyuldu. “Ne oldu akraba niye bağırıyorsun.” Diye sordu babama. Annemle babam hala-dayı çocukları olduğu için ona Akraba diye hitap ederdi. Babam ise annemi duymamıştı bile. Buradan da anladım ki iş sandığımdan bile ciddiydi. Ne yapabilirdim. Annem sorusunu tekrarlayınca “ O bilir kabahatini.” Dedi. Bende “Nedir, ne yapmışım ?” diye yarı ağlamaklı sordum. “Çabuk getir onu bana.” Dedi. Ben ise neyi istediğini anlamamıştım. Öyle ya ne istiyordu bu adam diye geçti içimden. O ise bir iki küfür patlattıktan sonra.”Nereye sakladın o tabancayı” diye sordu. Annem araya girdi ve “ Herif ne tabancası ban onda tabanca falan görmedim. Nerden çıkarıyorsun tabancayı.” Dedi. Ben olayı anlamıştım. Birisi beni ispiyonlamıştı. Ama kim ? Ben bir iki inkârdan sonra korkumdan tabancayı sakladığım yerden aldım ve babama getirdim. O ise savaş kazanmış kumandan edasıyla “Bak karı ben sana demedim mi al işte oğlunun marifeti.” Dedi. “Ver onu bana.” Deyip tabancayı hışımla elimden aldı. Bir eli ile aniden kulağıma yapıştı. Ama ne yapışma sanki kulağımı koparıyordu. Bir yandan da “Bununla millete ateş ediyormuşsun ha.” Diyordu. Ben ne kadar itiraz ediyorsam da fayda etmiyordu. Annem ne kadar uğraştıysa da beni elinden kurtaramamıştı. Sonra elindeki tabanca ile kafama vurmaya başladı. Bilenleriniz vardır. O zaman kalın sacdan presleme yolu ile yapılmıştı o tabancalar. Yani kalın ve sağlamdılar. Öyle kolay kolay kırılır veya dağılır bir şey değillerdi. Birazdan kafamdan kanlar akmaya başlamıştı. Her vuruşunda değişik bir yerinde kan çıkıyordu. Elindeki tabanca parçalanıncaya kadar vurdu. Etraftan bunca bağırtıyı duyanlar toplanmıştı. Bu durumumu gören annem ise hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Kadıncağızın elinden bir şey gelmiyordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Bir yandan da gelenler ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir insanda bu kadar kin bu kadar hainlik olabileceği, akıl almaz bir şeydi. Bu arada bayılmışım. Gözlerimi açtığımda annemin bana sıkıca sarılmış ve hüngür hüngür ağladığını gördüm. Daha tam ayılmamıştım. Üstüm başım kanlar içindeydi. Bir taraftan da kafama bir şeyler sardıklarını gördüm ama. Kan onları da geçip sızıyordu. Bu kadar kızgınlığın bu kadar hırsın sebebi neydi. Beni bu kadar haksız ve sebepsiz yere öldürürcesine dövmek nedendi. Hala anlamamıştım. Fakat içimde babama karşı bir kin bir hırs oluşmuştu. Öyle ya daha ne olduğunu tam anlamadan neden bu hale getirilmiştim. Kulaklarım uğulduyor. Kafamın üst tarafı müthiş ağrıyordu. Kalabalığın uğultusu ağlama sesleri gidip gelen bayılır gibi olmam hepsi iç içeydi. Gördüğüm kadarıyla babam o kalabalıktan uzaklaşmıştı. Benim ise hıçkırıklarım kesilmek bilmiyordu. Aradan epey bir zaman geçti. Annem bu arada birilerine bağırmaya başladı. Onlara “ Defolun buradan. Bu çocuğu siz bu hale getirttiniz. İşte marifetiniz görün de sevinin”. Diyordu. Beni o kalabalıktan alıp neredeyse sürüyerek eve soktu. Önce kanlanmış olan üstümü değiştirdi. Sonra sıtma nöbetine tutulmuşum gibi titrediğimden ve ağladığımdan. Kucağına alarak tekrar sakinleştirmeye çalıştı. Aradan epey bir zaman geçmişti. Biraz kendime geldiğimde anneme neler olduğunu sordum. Annem ise oğlum bu yengenlerin b.k yemesi. Güya sen onların folunda (tavukların yumurtladığı yer) yumurta çalmışsın gidip tükanda (dükkânda) satmışsın. Sonra tabanca almışsın bu tabanca ile de onların çokuklarının üzerine yüzlerine ateş etmişsin.” Dedi. Oysa bu anlattıklarının hiç biriyle ilgim yoktu.
Tabanca aldığım doğruydu. Ama ne yumurta çalarak bu tabancayı almıştım, ne de onların çocukları ile oynamıştım. Hele hele üzerlerine ateş etmek akıl alacak bir şey değildi. Bu iş beni derinden yaralamıştı. Nasıl kızmışım nasıl öfke seline dönmüşüm. Bir görseniz şaşırırdınız. O hırsla annemin yanından fırladım “Nerde o adam .” diye sordum. Annem “Gel oğlum otur, sonra arasın bak hala başın kanıyor, bayılacaksın.” Diye beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Oysa ok yaydan fırlamıştı bir kere. Artık geri dönemezdim. O kapı bu kapı babamı aramaya koyuldum. En büyük amcamların evinden sesi geliyordu. Büyük amcam kendinse kızıp nasihatte bulunuyordu. O ise güya benim kendisine yalan söylememe kızmışmış. “Nasıl bana yalan söyler.” Diye öfkelenmişmiş. Bu sırada içeriye bir hışımla daldım. Duyduğum en son sözlerinin üzerine “Sana kim yalan söylemiş. Diye bağırdım. Ha bu arada küfür ettiğimi de söyleyenler var. Ama ben hatırlamıyorum. Ömrümde ilk defa babama karşı böylesine öfkeli bu kadar bir karşı duruş içerisindeydim. Bu arada annem de arkamdan yetişmiş olanları anlamaya çalışıyordu. Ben ise ağlamaklı bir seslen “Sen bana neden sormadın ne olduğunu. Ben kimin folundan yumurta çalmışım? Kim söyledi sana bunları. Ben hangisine tabanca patlatmışım. “Bu arada benden beş yaş küçük erkek kardeşim de odaya girmişti. O da araya girerek. Yok baba abim bizlerle değildi Kendisi ganzilis yaptı buralarda hiç oynamadı Sırtta idi bütün gün. Diğerleri bizimleydi. Ben şahidim.” Dedi. Her nedense babam erkek kardeşimin sözlerine güvenirdi. Neden olduğunu bilmem ama sanki ondan daha çok hoşnuttu. Onu daha çok severdi veya bana öyle gelirdi. Ama o karşı bile dursa ona bir şey demezdi. Annem bir yandan, kardeşim bir yandan amcam bir yandan babama bana karşı yapılan haksızlığı anlatmaya çabalıyorlardı. Ben ise kin ve nefret dolu bakışlarla “Be salak adam anlamadan dinlemeden beni bu hale neden soktun.” Diye içimden geçiriyordum.
Belki babam yaptığı haksızlığı anlamıştı. Yaptığının yanlışlığını geçte olsa fark etmişti. Ama hala “Bana neden yalan söyledi.” Deyip duruyordu. Annemse “Sana kimse yalan söylemedi. Asıl sana yalan söyleyenler başkaları. Bu çocuk ne yumurta çalıp sattı ne de birinin çocuğuna ateş etti. Kim yalan söylediyse çıksın ortaya.” Dedi. Babam olayın doğruluğunu kontrol etmek için Bakkal Ahmet amcaya sormuş, diğer arkadaşlarımdan da benim suçsuz olduğumu doğrulamıştı. O olaydan sonra annem babamla günlerce konuşmadı. Sadece babamla değil eltileriyle de konuşmadı. Hatta eve yaklaşan kuzenlerimin bazısına ki özellikle büyük olanlara kızıp evden kovuyordu. Çünkü bu haksız ispiyonu onların yaptığını biliyordu. Ben ise günlerce evden çıkmamıştım. Babamın yüzüne bile bakmıyordum. Kendisine bu yalanı söyleyenin kim olduğunu öğrenememiştim. Ancak babamın bana bakışları daha değişmişti. Yaptığı hatanın farkındaydı. Yüzünde merhamet ve acıma görünüyordu. “Ben nasıl bu hatayı yaptım. Çocuğu önce dinlemeliydim.” Diye amcama serzenişte bulunduğunu annem duymuştu. Ancak bir kere olsun beni ne teselli etmişti nede yaptığı hatadan dolayı özür dilemişti. Bu yaşımdayım hala o günü unutmam mümkün değildi. Ne zaman yumurta görsem o olay gözümün önüne gelir. Hele hele birisi bana al şu fındığı sat dese yok satamam derim çünkü o yediğim dayağın acısını iliklerimde hissederim. O olayın içimde açtığı yara kapanmak bilmiyordu.
(*) Ganzilis: Kelimenin aslının Rumca’dan geldiğini sanıyorum. Rumca’da veya Latince’ce anlamı (hanzelut veya hazelnus: fındık) demek. Ancak Türkçe başakçılığın (asıl toplama işinden sonra dalda veya yerde kalan fındığın toplanması ile elde edilen ürün) yerine o yörede kullanılan bir sözcüktür. Fındığın İngilizcesi ise (hazelnut) olarak yazılır.